Celvet;
Mânâsı, yerini yurdunu terk etmek.
Bütün ilâhi sıfatlarla halvetten çıkışına Ve ALLAH’ın varlığında fâni oluşuna denir...
İlâhi sıfatları, insanda gizli HAKK şeklinde bulunan kudretleri idrak ederek kendinin olmadığını tamamıyle anlamaktır.
Ve bunun ALLAH’ın RABB şeklinde tezahürünün olduğunu HAKK kabul etmektir.
Bir damla deryaya düştüğü zaman artık kendisi yoktur.
Halvetin celvet hâlinde:
“VAHHAB. FETTAH. VÂHİD. AHAD. HAMD.” ki bu 5 esmâsının hakikatine kavuşulur. Bundan sonra 7 esmâ daha vardır.
Onlar halvette kulağa söylenir...
Mutlak hakikat ALLAH’dır.
Herşey ondan fakat hiçbir şey O değil... Tevhid bu lâfı bilmektir.
Bir damla suyu denize döksen ikilik denizde kaybolur.
Deniz denizdir, damla da damladır.
Deniz coşsa dalgalansa burada irade denizin olur.
Damlanın değil...
Kısa amma büyük mânâ ifade eder bu kelimeler...
O koskoca deryada damlayı bulmak imkânsız...
Ne akıl ile ne de kimya ile bulamazsın...
Hararet tesiri ile denizden, su buharı olur.
Bulut olur.
Bulut su mudur?
Hidrojen midir?
Hidrojenle oksijen göründüğü zaman “zevceyn” yani müsbet-menfi çift olur. H2O olur.
Bu sudur...
“Kâinatta herşeyi zevceyn yarattık” deniliyor.
Lâfı münakaşa etme!
İlimde de fende de kimyada da herşey aynıdır.
Çiftdir...
“Yarattık”da serbestiyet vardır.
“Yarattık” denilmesinde kâinatta herşey bir kanun üzere halk edilmiştir.
O minval üzre işini yapar.
O nizamdan dışarı çıkamaz.
Takdir öyledir...
Su hararete ma’ruz kalırsa buhar olur.
“Bu değişme” öyle yarattık kanunu üzeredir.
Bu hududdan dışan çıkamaz...
Dünyada:
Ortada olup görünmeyen vardır.
Ortada olmayıp da görünen vardır.
Mikrobu göremezsin fakat vardır.
Renk körlüğü vardır.
Herkes görür o görmez.
Sen göremezsin o görür.
İşitme de öyledir.
Derler ya:
“Körler uyanık iken rüyadadırlar”.
Rüyada oldukları zaman onlardan sorun ne görüyorlar.
Ben söyleyemem.
Zira onların görme âlemine hakaret etmiş olurum.
Yalnız merak edip sorarsanız çok dikkatli olun.
Bu ince sorunun etrafı hakaret hududundan geçen yollarla doludur.
Vehleten “görmemek o a’malık” insanoğluna çok fecî’ gelir.
Amma öyle değildir.
Bunu milyonda bir görmeyen bilir.
Fakat a’malar bu derdi vesile yaparak dilenirler.
Şikâyet ederler.
O a’ma artık insan gibi gözü olmayan, fakat herşeyi gören “ALLAH” gibi RABB olarak görür.
Eğer o milyonda bir görmeyenlerden ise...
Göze, kulağa sövmek HAKK’ın sevmediği birşeydir.
Hatta İslâmda küfürdür.
“Ben kulumla görür, kulumla işitirim” hadîs-i kudsîsi...
Körler HAKK’a daha yakındırlar amma bir bilseler.
Milyonda bir belki o da...
Gözleri açık olanlar ise...
Ne yakın, ne uzak...
Yol üzerinde çukuru görmez durumdadırlar...
Şimdi birkaç sual soracağım:
“Kolaylıkla nefes alabiliyor musun?”
“Evet Elhamdülillah..”
“Suyu rahat içebiliyor musun?”
“Evet Elhamdülillah...”
“Bulduğun gıdayı rahatlıkla yiyebiliyor musun?”
“Evet Elhamdülillah. . .”
“Gözün görüyor mu, kulağın işitiyor mu, rahatlıkla daralmadan yürüyebiliyor musun?” “Evet Elhamdülillah...”
“Rahat uyuyabiliyor musun?”
“Evet Elhamdülillah...”
“Bir yerinde ağrı sızı var mı?”
“Hayır Elhamdülillah...”
İşte bu mutluluktur.
Hem de en büyük mutluluk...
Eski devirde birisi çıkmış ortaya:
“Bana vahiy geliyor, ben peygamberim!” diyormuş.
Adamı şer’an i’dam edecekler.
Ârifin birisi yanaşmış:
“Bırakın onu o peygamber değildir!
Zira ben ALLAH’ım öyle Birpeygamber göndermedim!” demiş.
Bu sûretle adamı kurtarmış...
Zamanın padişahına haber vermişler.
Huzura götürmüşler o ârifi...
Padişahın hoşuna gitmiş:
“Madem ki sen peygamberim diyorsun bir mucize göster bakalım!” demiş.
Adam : “Ben peygamberim diyorum padişahım!
Sen de buna inanmıyorsun, muhakkak içinden böyle diyorsun...
Bak düşünceni nasıl bildim.
Bundan büyük mucize olur mu?” demiş...
Şimdi bu satırlardaki mânâyı düşün ne demek istiyoruz...
Onu anla.
ALLAH’ı idrakdan âciz olduğunu beşer hissettiği dakikada onu idrak etmiştir. ALLAH’ı bulamayacağını anladığı dakikada da insan ALLAH’ı bulmuştur.
Âyet :
“ALLAH’ın rahmeti hududsuzdur.”
O rahmete ehil olamazsan bile ALLAH’ın rahmetinin sana ulaşmaya kudreti vardır. Bunu unutma!..
Bu “Unutma” lâfını da unutma!
Düşün!
Hızır İlyas vardır bilir misin?
ALLAH’ın, imkân âleminin her yerinde HAKK’ın kullarına yardımının mümessilidir. Bu yardımda inhisar yoktur.
Her kula...
Tevhid-i mü’min Tevhid-i âlim Tevhid-i ârif.
Tevhid:
Mânâsı; birleştirme, kaynaşma, tek olma anlamını taşır.
Mânevî mânâsı;
“Bir”e girip kaybolma.
VÂHİD’de AHAD’ı bulma...
Deyyân ile buluşma olur.
Birleşme olmaz. K uldur insan.
Şirk olur...
“Bir yay boyu” yanaştı Resûl bile...
Herkesin bildiği kitapların yazdığı mânâda;
Lisanen, kalben ALLAH’ı ikrardır.
Peygamberi tasdikten ve zâhiri bilgiden doğar.
İslâmın kapısından bununla girilir...
İmanî tevhid.
İlmî tevhid.
Hâlî tevhid.
İlâhî tevhid diye birçok târifler vardır.
Fakat bunlar aslının meçhuliyetin târifinden başka birşey değildir.
ASIL tevhid, idraki tam bir idraksizlik şekline ulaştırmaktır.
Bu hâl, islâmın en yüksek tepesi olan bir izah, bilmeyene garip ve saçma gelir.
Merak eder.
Kitap karıştırır, birçok tasavvuf! lâkırdılardan mânâ çıkarmağa çabalar.
Bu işle meşgul olanlardan sorar, şeyhlere, mürşidlere başvurur.
Onlar da birçok şeyler anlatırlar...
“Şunları yapacaksın, bileceksin!” diye söylerler, öğretmeye çalışırlar.
İlme’l- yakîn Ayne’l- yakîn
Hakka’l- yakîn sözlerini söylerler.
Adam şaşırır.
Çünki söyleyen de o kadar bilir.
Bu bocalama sürer gider.
“Müridim ol!” derler.
Olur.
“ALLAH! HU! Lâ ilâhe illallah!” diyerek nefsini aşacaksın derler.
Nefis nedir onu gösteremezler.
Bilmezler.
Zavallı, aylarca senelerce uğraşır.
Tevhidden yüzü solar.
Aptallaşır...
Ereceğini zanneder.
Neticede ne birşey, ne de bir fayda göremez.
Göreceği fayda da nedir onu bilmezler.
Ermek nedir bilen yok, târifler girdabında dolaşır durur.
Tarikat, Mârifet, Hakikat lâkırdılarını bağırırlar, haykırırlar kitap yazarlar...
Tarikat nedir? Yol efendim. Ne yolu bu?..
Mârifet nedir? İlim, ne ilmi, nedir bu?..
Hakikat nedir? “İşte hakikatdir” derler.
Bunlar nedir ne bilen var, ne gören.
Ne de fayda bulan...
“Şeyh, mürşid, mürşid-i kâmil, mürid, sâlik, seyr-i sülük” tâbirleri vardır. Bunlar doğru mu? Lâflar doğrudur.
Amma ortada bunları yapacak bilecek insan yok...
Bu lâfları dillerde geveleyen binlercesi var.
Her mahallede, her kentte...
Koş peşine!
Öp elini, uğraş beyhude yere!
Ona daire al, kavurma, yağ götür, para ver!
Ne yaptığının farkında mısın zavallı?..
Bu gibilere bak ne der koca Yunus:
Gözsüze fısıldadım Sağır sözüm anladı Dilsiz çağırıp söyler Dilimdeki sözümü...
Yunus bir söz söylemiş Hiçbir söze benzemez Münafıklar elinden Örter mânâ yüzünü...
İşte Yunus’un bu sözleri bu gibileri anlatmaktır.
Ümmî Sinan ise:
Bir pınarın başına Bir destiyi koysalar Kırk yıl anda durursa Kendi dolası değil.
Peki efendim ne olacak?
Bunlar uydurma mı?.
Hâşâ!
Öyle birşey söylemiyoruz...
Aslını bilmeden insan boşuna kürek çeker, bunlarla...
Evvelâ: Birçok söylenen kelimelerin aslını bilmek gerek...
1- Âyetler vardır. Onları bilmek ve öğrenmek.
2- Hakiki hadîsler var. Onları anlamak lâzım.
3- Hadîsi Kudsîler var. Ne söylüyor onları anlamak gerek.
Ondan sonra:
Arş nedir, zikir ve tesbih nedir, semâ, semâvât nedir, RABB nedir, HAKK nedir, beşer nedir, Âdem nedir?
Bunları bilmek lâzımdır.
“Hüve’l- Evvel. Hüve’l- Âhir. Hüve’l- Zâhir. Hüve’l Bâtın”
Âyetini anlamak ve sırrını öğrenmek lâzımdır.
Vahiy nedir, Peygamber, Nebî, Resûl, Nübüvvet, Risâlet nedir?
Bunları iyice anlamak lâzım.
Sende gizli olan ve senin bilmediğin şeyleri, hünerleri, yine senin haberin olmadan sözsüz olarak ortaya çıkaran birini bulmak lâzımdır ki ona “Mürşid-i Kâmil” derler...
İnsan binlerce perdeler altında gizlidir.
“Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım.”
Hadîs-i kudsîsini hakkıyla anlamak gerek...
İlme’l- yakîn Ayne’l- yakîn
Hakka’l- yakîn Sırre’l- yakîn
Sırr-ı sırre’l- yakîn...
Ne demektir?
Bunu bilerek içine girmek, dalmak lâzım.
Son olarak, bunları öğrenmek için “teslimiyet” lâzımdır.
Diğer yazılarımızdaki:
“Eskici Hasan, Emine Hatun, Çoban Osman” hikâyesini oku anla!
Bu da cesedi, ruhla birbirine savaştıran nefsi bilmek lâzımdır.
Bütün bunlar kolaydır.
Kolay olduğu kadar da güçtür...
Göz kapalı;
Parmak ışığa yanaşır.
Akıl :
“Bu hararetdir, sıcaklıktır!” der.
Bu anlayış ilme’l- yakîndır.
Gözünü açtığı zaman, akıl :
“Bu doğrudur, hararet gelen yer mum imiş!” der.
Bu da ayne’l- yakîndir.
Elini ateşe sokar.
Eli ateş ya yakar ya yakmaz.
Ateşin yakıcı olduğunu anlar.
Bu da Hakka’l- yakîndir...
Ateşin yakmadığını görür anlarsa ki ateşin yakıcılık hassasıdır, onu anlar. Ateşin aslını, yakmadığını anlayıp hissettiği dakikada “sırre’l- yakîn”e varmış olur.
Cesed muayyen kanunlara tabidir.
Ondan dışarı çıkamaz.
Cesed ve ruh nefis denilen ne ise onunla birlikte bocalamaktadır.
Cesed, ruh, nefis hepsi birliktedir.
Yaratılış takdiri böyle.
Cesedi, akıl ve nefis küfre götürür.
Ruhun kâfir olması mümkün değildir.
HAKK’ın emrinden olduğu için onu inkâr edemez.
Nefis serbes bırakılmıştır.
Akıl da hududludur, idrak bakımından.
“Errasihûne fil ilim” : “İlimde rasih olanlar.”
“Fezkiruni ezkirkûm” : “Beni anınız “Ben” de sizi anarım!”
“Ennallahe Rabbe Rabbeküm”
Yukarıdaki âyetlerin esasını, künhünü, ledünnî mânâsına yakın olarak bilmek gerek. “Tedebbür”;
“Ennallahe Rabbe Rabbeküm” âyet-i kerimesinde gizli düşünme ve tefekkür ile varılan mânâ ve idrakdir.
“Errasihûne fil ilim” bunu bilenlerdir.
O zaman “fezkirûni ezkirkûm” âyetinin hakiki mânâsına ulaşılır.
Ancak o zaman tevhid anlaşılır.
Tarikat;
Bu manevî yola girmedir.
Mârifet;
Tedebbür ile her şeyin aslını bilerek insanda meknuz ilâhi ünsiyet peyda etmektir.
Bu sûretle her şeyin hakikatına ulaşmak demek hakiki tevhide girmek demektir.
Hülasa;
Tevhide girmek için, birçok harekî, cesedî, lafzî, âletler vardır.
Bunlarla hedef ALLAH tır.
Kuru lafla bu olmaz.
Her şey tesbihat hâlindedir.
Bu tesbihata, bu raksa girmek lâzım...
Kâinatta ne varsa ne düşünülebiliyorsan hepsi ALLAH’da hazır ve nazırdır.
ALLAH olmasa hiçbir şey yoktur.
Görmediğimiz atomdan sosuz dibi olmayan kâinatta ne varsa hepsi muntazam hareket, ihtizaz ve raks hâlindedir.
İşte bu tesbihattır.
Hepsi dönüyorar.
Akıl almaz bir intizam içinde.
Bu hâl var olan bir kudretin tezahürü külli altındadır.
İsmine ne dersen söyle...
Değişmez.
Bu azamet karşısında insan aklını, idrakini tam bir idraksizlik hâline sokar. O zaman herşey âciz bir hâlde kalır.
Bu hâl tevhide doğru gitmedir.
Tevhid târif edilemez.
Ancak buna yanaşmak için târifler vardır.
ALLAH’ın insana bahşettiği bir vedia-i ilâhiye vardır.
Akıl..
Aklın da akidelere boyun eğmesi lâzımdır.
Akide:
Yaradılışda insan ruhunun derunundaki inanma hassasıdır.
Bunu şüphelerden kurtarmak, bu hassayı bütün kuvvetiyle ortaya çıkararak anlamak tevhide
varmak demektir...
10.3.1984 Cumartesi
Kâinatdaki hakikat, ALLAH’dır.
Her şey, O’ndandır.
Fakat her şey, O değildir.
ALLAH’ı her mahluk nebat, hayvanlar bilir.
O’nun kurduğu nizamdan dışarı çıkamaz.
Bu, O’nu bilmek, O’nun sevgisini taşımak demektir.
Zira herşey O’nu tanımak mekanizması ile halkedilmiştir.
Bu anlama, kavram, ne küfür olur, ne de iman olur.
Bunun adı yoktur...
İçten insanda mânâ coştu mu, dile geldi mi şekle girerler, renklere bürünürler, sözlere girerler.
O vakit:
Küfür olur, iman olur, iyi olur, güzel olur, çirkin olur.
Yırtıcı, leş yiyen vahşi diye isimlendirilen insanlardır, ineğe, tavuğa, koyuna, eti yenen kuşa bu isimleri vermezler.
Bunların niçinleri vardır.
Onları ara bul!
Kendini temizlersin...
En zor şey:
“Ben kulum!” demek.
Bu çok zor bir davadır.
Erişene ne mutlu!
Bu davada iki varlığı isbat edeceksin:
1- Kendini,
2- Tanrı’yı “Yani RABB’ını, seni yaratanı”
Sinek havada uçar, her tarafı harekettedir.
Bala battı mı artık bütün uzuvları bir olur, hareketten kalır, insan da böyledir.
“Bilmiyordu, öğrendi.
Bildi ve ârif oldu!” deriz.
Ârif: Bildiğini dilsiz bilir.
Ağıza sığmayan sözler vardır.
Toz yatışınca o zaman görürsün altındaki at mı, eşek mi!
ALLAH, insanlıkla hayvanlığı karıştırdı.
Niçin?
İkisi de meydana çıksın diye...
Her şey zıddı ile belli olur.
İnsan düşünceden ibarettir.
Ondan başka nesi varsa kemiktir, kıldır.
Tetkik edersen kâinatda değişmeyen fizik, kimya her türlü işleyiş oraya bağlıdır.
Bir tohum, bir maden ne ise odur.
Yek diğerine zıt gibi görünen bir bağla bağlıdırlar.
Bu çok ender insanların varabileceği bir anlamadır ki o bilgi dilsizdir.
O insan da ârifdir.
Ârif söylemez.
Zira o akıntının içindedir.
Geri de dönemez.
Onun için derler:
“El ârif lâ yetekellem vel mütekellim lâ yarîf’.
“Bilen söylemez. Söyleyen de bir şey bilmez.”
Herşeye, her hadiseye maddî olsun, ruhî olsun duyguyla bakacaksın. Meselâ parmağınla ayı gösterirken ne parmağının haberi var, ne senin iste bunun gibi.
Bütün her türlü hadise karşısında dövüşmeden, dövüşme sanatını bilmek bu demektir.
Bu da kendini salıvermek demektir;
ALLAH’ın kanunlarına, arzularına herşeyine.
Ondan sonra düş sokaklara, Mansur gibi, istediğin gibi bağır!
Mansur gibi olduktan sonra daha ne istiyorsun.
Çıldırdın gitti...
Bu çıldırmak başka bir çıldırmaktır.
Deliler bile böyle çıldırsa, ki çıldıramazlar, hepsi Mansur gibi olurdu...
2.2.1985 Cumartesi
Halvet : Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik.
Celvet : Yerini, yurdunu terketme. * Tas: Abdin fenâfillah olup halvetten ayrılması.
Hararet : Sıcaklık.
A’ma : Kör. Gözü görmeyen. * Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik. * Yağmur bulutları. İ’dam : Vücudu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek.
Asl : Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.
Meçhuliyet : Bilinmezlik, mechullük.
Ta’bir : (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.
Fecî’ : Çok acı veren, acıklı.
İnhisar : Hasr olunma. * Tecavüz etmeme. * Bir iş veya malın İdâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.
“Hüvellezi enzele aleykel kitabe minhü ayatüm muhkematün hünne ümmül kitabi ve üharu müteşabihat, fe emmellezine fi kulubihim zeyğun fe yettebiune ma teşabehe minhübtiğael fitneti vebtiğae te'vilih, ve ma ya'lemü te'vilehu illellah, ver rasihune fil ilmi yekulune amenna bihi küllüm min indi rabbina, ve ma yezzekkeru illa ülül elbab : Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu te’vil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân 3/7) “Fezküruni ezkürküm veşküru li ve lâ tekfürun : Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!” (Bakara 2/152)
Tedebbür : Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek.
Tefekkür : Fikretmek. Düşünmek. Fikri harekete getirmek. Vedia-i ilâhiye : İlâhi emanet.
Ünsiyet : Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık. Peyda : f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan