EL VELî: HAKK’ın esmâlandan biridir.
HAKK ile kulu arasında görünmez anlaşılması güç, insanın âdemiyet hamulesi ile sıkı alakası olan ince, mübârek hususi bir lütfü ilâhî bağının ismidir.
HAKK’ın kudret ve güçlerinin kâinatta ne varsa onlara karşı dostluk ve ahenginin olduğunu bildiren bir ismi mübarektir.
“Her şeyi hoş gör yaratandan ötürü!” sözü de bunun minicik bir târifidir.
Velî: Lügat mânâsı dost demektir.
HAKK ile mânevî kurbiyet kuran mânâsınadır.
Buradaki dostluk HAKK’dan gelen dostluktur.
HAKK’ın dostluğudur.
Kulun dostluğu değildir.
Bu yakınlık insanın elinde değildir.
Ona lâyık olmak lâzımdır.
Namzetlik derecesine insan gelirse HAKK o zaman o bağı ona açar.
Nazmetlik HAKK emirlerini bi HAKKın yapmak, kurduğu ahenkden de ayrılmamakla olabilir...
Lâfla, zorla burada nailîyet yoktur.
HAKK yolunda giden her kul “Velî” olur amma, “VELÎYULLAH” olamaz.
Ancak “EHLULLAH” olabilir.
Ehlullah, ancak ALLAH’a rabt-ı kalb edenlerdir.
VELî:
HAKK’a yanaşmaya, daha doğrusu insanda meknuz olan ulûhiyete kavuşmaya uğraşandır. “Ehlullah” o meclisde bulunanlardır.
“Velîyullah”, HAKK ona perdelerini açarak o yakınlığı gösterdiği hakiki ALLAH’ın dostudur.
ALLAH’ın dostu başkadır.
ALLAH’ı dost seçen başkadır.
Bilirsiniz:
ALLAH Resûlü Ekrem’e “HABİBULLAH” demiştir.
“Benim sevgilimdir.”
En büyük nişanı vermiştir.
“VELlYULLAH” da ALLAH’ın sevgilisi olan habibinin hürmetine sevdikleri arasına seçtiği kulu demektir.
Velî, Ehlullah, Velîyullah başka başkadır.
Bu incelikleri bilmeden ulu orta söz söylemekde hata vardır.
Hürmetsizlik vardır.
Bu hududda da bilmeden insanı HAKK’a isyana küfre götürecek şirk vardır.
Buralarda “hüsn-ü zann” ve “su’-i zann” bile çok tehlikelidir.
Ondan dolayı gelişi güzel zâhire bakarak bağlanmakda tehlikeler vardır.
Zâhir, insanı aldatabilir.
Bâtını görmek de çok güçtür.
Bâtını anlamak için zâhiri tamamıyla kuvvetlendirmek lâzımdır.
Riyazât, Çileler, Arbainler hep zâhiri kuvvetlendiren yollardır.
Bunlar da hakiki bir mürşidi kâmilin sendeki bütün şaibeleri, şüpheli olan şeyleri senin haberin olmadan nasihat ve sözleriyle seni temizlemesi ve ondan sonra kendi batini halkasına sokması gerektir.
Bu yollar çok tehlikelidir.
Hakikisini bulamadığını hissettiğin ve acz içinde kaldığın anda onu bulabilirsin.. Rahmetullahı aleyh hocam söylemişti:
“ALLAH’ı bulamadığın, aczinin hududuna geldiğin zaman sen ALLAH’ını bulmuşsundur. Yani “HiÇ” olduğun zaman ve bunu anladığın zaman “HİÇLİK” içindesin.”
“VELlYULLAH” olarak tek bir şahıs vardır.
Âyeti kerime ile bildirilmiştir.
O da Resûlü Ekrem’in ceseden dünyadan ayrılması ve nübüvvetin de Hz. Fatıma’nın irtihalînden sonra velâyet makamına izn-i ilâhi ile çevrilmesinde velâyet Hz. Ali efendimize intikal ederek kendileri “Velîyullah” olmuştur.
Hz. Ali efendimizden sonra velâyet makamına nail olanlar “Velîyullah” makamına çıkmışlardır...
Resûlü Ekrem:
“Ben ilmin Medine’siyim. Kapısı da Ali’dir” buyurmuştur.
“Ali kapısıdır!” dememişlerdir.
Yani:
“Velâyet onda tecellî edecektir. Ona tabi’ olanlar oradan Medine’ye girebilirler!” demektir. Burada “kapı” velâyet makamıdır.
Yani nübüvvetin insan tahammülüne girerek velâyet şeklinde devam edeceğidir.
Ali’den sonra: Bayezidi Bestami’de velâyet makamı tecellî etmiştir.
Hazreti Yesevi, Necmeddini Kübra, İbrahimi Matlubî bunlar da ilk “Velîyullah” dırlar. Reisi’l- Evliyâ Ahmede’r- Rıfaî: Doğrudan Resûlü Ekrem’den...
Bedevî: Doğrudan Resûlü Ekrem’den...
Geylânî: Kendisi yanaşarak Ali’den...
Bektaşi Velî, Bayramı Velî, Şabanı Velî: Vasıtalı olarak yanaşarak “Velîyullah” olmuşlardır.
Velâyet makamına erişmek ve “Velîyullah” olmak kolay iş değildir...
Hülâsa:
El Velî. AHAD’ın kesrete karşı dostluğunu bildiren esmâdır.
Velîyullah da kesretin AHAD’a dostluğunu gösteren makamların en sonudur.
Bu makamda bulunanlarla sohbet meclisine girmeye savaşanlar da “Ehlullah” lardır.
Bunları anlamak bugünün insanı için güç...
İnsanın bütün hücrelerine varıncaya kadar:
Güzele, doğruya, iyiliğe sürükleyen, çirkindeki güzeli gösteren, çiçekteki balı ortaya çıkaran, insanda gizli HAKK’ın kudretlerini güçlerini öğreten, karanlıktaki nûru gösteren, insanları HAKK meclisine sokan islâm Türk’ün ruhunu işleyen küçük görünen büyükler, hepsi aynı güzeli haykırmışlardır.
Bir leke bulamazsın.
Onların vücudlarında, hareketlerinde, sözlerinde...
Velî olmak o kadar kolay iş değil ağam...
Velînin bir görünür dışı vardır.
O görünüş hareket hâliyle, ilmiyle, keramet ve sairesiyle...
Bir de kendisine katiyetle yasak edilen bir görünüşü, bir tarafı vardır ki hakiki velîlik tarafı budur.
Onu ALLAH’tan başka kimse bilemez.
Ne cin taifesi, ne melek...
İşte onlar o sırları biraz bilirler.
Onların bazıları her şeyden gizlenmişlerdir.
Eserleriyle, kitaplarıyla, yetiştirdiği büyük şeyhleriyle ancak biraz gölge şeklinde görünürler. Birçok beşerî hareketlere bürünerek kendilerini saklarlar ki bu gizlenmek onlara farzdır. Göstermesi haramdır.
Hafif gösterirse derhal velîlikleri ref olur.
Nebîlik ilâhi hususi bir ampuldür.
Gelen ilâhi emirleri kendine gelen emirleri vahiy ışığı ile ampulü yakar.
Aydınlatır etrafını.
Ampul miadını doldurdu mu artık yanmaz.
Fakat bu ampule gelen cereyan daima vardır.
Onun yanarken ışığı ampulün bitmesiyle yok olmaz...
O ışık Velâyet akümülâtöründe tecellî eder.
Ondan artık bila vasıta bir takım gönül lâmbalarını yakar, devam eder gider.
Hakiki Velî bu görünmeyen ziyâ ile doludur...
Bunu dışarı vurmaz, vuramaz.
ULEMA : Âlimler “İlimde rasih olanlar”
FUKAHA : Fakihler EİMME : : İmamlar
İmam-ı Âzam, Imam-ı Malik, imam-ı Şafiî, İmam-ı Hanbel.
Bunlar: büyük ilimde rasih imamlardır. Âlimlerdir.
Bunlar Velî değillerdir.
Bayezidi Bestamî. Bedevî. Dissukî. Geylanî. Rifaî. Matlubî, Muhiddini Arabî, Bektaş-ı Velî. Bayram-ı Velî . Şaban-ı Velî: Bunlar velîdirler.
Üftade, Azîz Mahmud Hüdaî, Merkez Efendi. Sünbül efendi, Ibrahimi Cerrahî: Bunlar ermişlerdir.
Kendilerinde keramet görülür.
Celaleddini Rumî: büyük düşünür, şâir.
Taptuk Emre: Büyük mürşid. Yoğurucu.
Yunus Emre: Ne olduğu meçhul, Yoğrulmuş.
Bunlar Velî değildirler.
Evvelâ:
Kendilerini hazırlamışlar.
Nasıl?
Orası anlatılması güç.
Tatbikî çetin meseleler.
Nihâyet hududa gelmişler.
Bunu tasdik için hacca gitmişler.
Hacı olmuşlar...
Hacı Bektaş,
Hacı Bayram,
Hacı Şaban.
Sonradan velâyet makamına çıkarak Velî olmuşlardır.
Kendileri velâyet makamına çıkmamışlardır.
Çekilerek çıkarılmışlardır...
Hepsinin ruhaniyetleri devam etmektedir.
Fakat yalnız velâyet Hacı Şaban-ı Velî ile hâlâ ruhaniyet ve velâyeti, tasarrufu devam etmektedir.
Öyle hatıralar var ki bende insanı yerinden sarsar.
Bana hocam söylemişti yıllarca evvel...
“Seni ancak ben görebilirim...Başkası göremez.”
“Niçin?” der gibi mübârek gözlerine baktım.
Tebessüm ederek bana:
“Sen görünmezsin de ondan...” demişti...
“Hocam görünmek istiyorum...”
“Sırası gelince görün!” dedi...
Yıllar geçti...
Dünya değişti...
Hocam göç etti...
Ne var ne yok ufukta kaybolup perdelendi.
Ben öğüt tutarım...
Hocamı kırmak da hatırımdan geçmez.
Onun için hocamın bir vecd hâlini anlatacağım siz okuyucularıma...
Lâ mekâna bakan, mekânın mekânı Beytullah’a çevrilmiş...
Yüzü solgun, beyaz, huzurun ter taneleri alnında incileşmiş...
Hareketsiz, diz çökmüş RABB’ının önüne...
Etrafı görünmeyen bir safiyet çemberi ile çevrili..
Çember görünmüyor, hissediliyor madde gibi...
Yavaş yavaş ayakta olduğum hâlde başım ruhumla secdede, edeble yanına yanaştım... “Yaklaştım değil”..
Ötelerin kokusundan koku içinde...
Bütün cesedi sessiz bir ihtizaz içinde...
Sessiz, sözsüz dile gelmiş bütün vücudu “ZİKRULLAH içinde...
“ALLAH!” sesi kulaksız duyuluyor...
Bu üç içindenin içinde...
Gözleri kapalı, edeb yaşları akıyordu mübârek yanaklarına...
Vecd hâlinde idi hocam...
Ruhu kendinden geçmiş ve kendi kendisinin ötesinde bir yüceliğe erişmiş gibi... (Bu hâl maddî ve bedeni bir hâl değildir...)
Pencereden gece yarısının ılık havası ile ayın nûr damlalar giriyor hücresine...
Ruhu bir çeşit engin yalnızlık içinde...
Akıl hayretten vurulmuş gibi...
Safiyet çemberine çok yanaşmış olmalıyım ki ben de bir şeyler olmaya başladım.
Bu hücreden hocam kâinatı seyrediyor.
Gördüklerini cihan seyyahları göremez.
Ne dünyada ne de rüyada..
İradem akıl almayacak kadar sevgi içine daldı...
Ruhum sevip sevmediğini ve ne yaptığını ifadeden âciz bir hâlde...
Hafıza yok gibi...
Duyular işlemez...
İnsan şekilsiz bir şey görür gibi oluyor o anda...
Hocam görüyor, ben de kapı aralığından aynı hâli seyrediyorum.
Seyrine doyum olmayacak kadar güzel, rengi yok; fakat bütün renkler kadar cazibesi var. Bu renksizliğin...
Görülen ışık güneşe benzemez...
Fakat çok lâtif bir aydınlıktır ve bütün ruhî ve bedeni ışıklar ondan gelir Görülen şey bir yer işgal etmiyor, fakat her yerde, her şeyde var.
Her tarafı doldurur...
Görülen şey kımıldamıyor fakat her şeye tesir ediyor ve onu idare ediyor.
Ruh, gördüğü ışığın fazlalığından kamaşır.
Güneşe baktıktan sonra eşyayı görmekte zahmet çekenler gibi yalnız güneşin büyük bir ışık olduğunu anlar...
Onun gibi bu karanlıkta ALLAH ruha büyük bir aydınlık neşreder.
Ve onunla ruh hususi bir hakikat değil, fakat ALLAH’ın mahiyeti bilinmeyen iyiliği hakkında umumî belirsiz bir bilgi edinir...
İnsan bütün bencil menfaatlardan sıyrılır, fakat bu ilâhi bir dolgunluğa yer vermek içindir. Düşünceler ve arzular devam eder fakat hepsi ALLAH’a yönelir.
Hocam birden bire başını döndürdü arkasında bana baktı:
“Seni hırsız, ne seyrediyorsun!” dedi...
Ses çıkarmadım..
O:
“Bu temaşada ruh bütün kabiliyetlerinin üstüne çıkar ve engin bir yalnızlığa dalar.
Bu, hududsuz hayrın saklandığı esrarlı karanlıktır...
İnsan tek ve sade olan bir şeyin ilâhi ve sonsuz huzuruna varır...” dedi...
“Halk dağın eteğine kadar gelir..
Oraya yalnız Musa çıkabilir oğlum!..
ALLAH, hatıra gelen her şeyden başkadır.
Gönlünde ona şekil verilemez.
Biz ancak bu âlemde ef’al-i ilâhiye ve hikmet-i ilâhliyeleri bir nizam hâlinde müşahede eder görürüz.
ALLAH’ı idrakten âciz olduğunu beşer hissettiği dakikada onu idrak etmiştir...
ALLAH’ı bulamayacağını anladığı dakikada insan ALLAH’ı bulmuştur.”
Yalan gürültü eder.
Hakikat sakindir.
Yıldırım, gök gürültüsü duyulmadan evvel çoktan düşmüştür..
Güneşe arkasını dönen gölgesinin peşinden yürür.
Gayb, görülemeyen değil, görünmeyendir.
Lütfen bu cümleyi bir kaç defa okuyup düşünmenizi rica ederim.
Anlaşılmayan sözü söyleyen de anlamamıştır.
Çocuğun anlayamadığı dersi hocası da anlamamış ve anlatamamıştır.
Anlaşılan anlatılandır.
Anlatılamayan anlaşılmamıştır...
29.05.1980
Velî : Sahib, mâlik. * Evliya. * Muin. Muhafaza eden. * Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse. * Sıddık. * Baba. Babanın babası, cedde de denir. * Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden Allah'ın (C.C.) izniyle gaybdan haber vermek ve gaybî ahvali keşfetmek gibi ilmî ve kevnî hârikalar zuhura gelen zât. Allah'a (C.C.) manevî yakınlık kesbetmiş olan şerif zât. * Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) isimlerinden birisi.
Velâyet : Velî olan kimsenin hali. Velîlik, dervişlik. * Dostluk. * Sadakat. * Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak. (Bak: Velî)
Velîyullah : Allah'ın (C.C.) velî kulu.
Ehlullah : Allah'a itaat edip, O'nun sevgisi ile O'na yaklaşmış olan Velî. Allah'ın sevgisine mazhar olan Evliya.
Miad : Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet. Mahşer. * Vaad. Müddet.
Bilâ : Olmayarak, sahib olmıyan "...sız,...siz" mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.
Bilâ vasıta : Vasıtasız. Doğrudan.
Sade : f. Basit, karışık olmayan, katıksız. * Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. * Tek katlı. * Ancak, yalnız. * Süssüz. * Derin düşünemiyen, saf adam.