Bunlar insan uzviyetinin hem maddesine, hem kimyasına metabolizmasına direkt veya indirekt tesir etmektedir.
Direkt olarak insan ruhuna, sinirlerine duygularına tesir ediyor.
Ve vücudda o anda bilmediğimiz bir cevher meydana geliyor.
Bundan ötürü hiddet, sinirlilik hâli tezahür ediyor.
Devamlı üzüntülü hâllerde vücudda yavaş yavaş bu üzüntüler organizmada bir takım hormonal biyolojik cevherlerin teşekkülüne sebep oluyor veyahut vücud metabolizmasındaki anyon, katyon ve diğer tabiî cevherlerin azalma veya çoğalmasına sebep oluyor.
Böylece vücud da hasta oluyor.
Bu küçük izah basit olarak şu demektir.
Durgun, dibindeki temiz çakıllar görülen bir gözeyi, karıştırıp bulandırmak gibidir.
Bugünkü cemiyetlerdeki sebebi bulunmayan birçok hastalıkların mahsulü üzüntü, gerilim ve ifrat derecede düşünme, bunalmadır.
Kur’ân-ı Kerimde:
“Nebî’nin sesinden fazla sesinizi yükseltmeyiniz” Âyet...
“ALLAH yavaş konuşanları sever”. Hadîs
Bu âyet ve hadîsdeki asıl mânâ nedir ve niçin böyledir.
Bu çok mühim ve ince bir nezaket içinde HAKK’ın bir sırrını haykırıyor:
ALLAH her yerdedir.
O’nsuz boş mekân yoktur.
Yani her şey O’nda hazır ve nazırdır.
Şah damarından yakındır.
Kâinatta her zerre harekettedir.
Atom âlemini düşünün.
Devamlı intizamlı bir kaynaşma var her şeyde, insan hücrelerinde bile
Fizyoloji, hematoloji, metabolik hormonlar, gıdalar, hep bu kaynaşmayı muhtelif organların
iştiraki ile intizamı devam ettirmektedir.
Bir televizyonun içindeki binlerce telleri, lâmbaları her şeyi düşünün cereyan verildiği zaman:
Duyulmayan dalgaları, görülmeyen şekilleri, renkleri hemen ses, şekil renk, hâline getiriyor...
Televizyonu düşünmeye devam ediniz.
Fizikî, kimyevî, elektronik, matematik, atomik bilgilerimizle...
Bu malûmatla dönünüz, vücudunuzu aynı bilgilerle düşününüz.
Televizyon ne için yapılmış?
Ne için çalışıyor?
Sesleri şekilleri, renkleri görünür, işitilir hâle getirmek için değil mi?
Kâinattaki bu intizamlı kaynaşmanın ismi tesbihatdır.
Yani HAKK’ı tesbih ediyor her şey.
Burada: “HAKK’ı tesbih ediyor!” dedik bu ne demektir?
Bu işleyiş hakdır, doğrudur, çünki Cenab-ı ALLAH’ın eseridir.
Nasıl hak olmasın, doğru olmasın...
HAKK kelâmı da sessiz sözsüzdür.
“Cebrail bunları Resûl’ün kalbine üflüyor!” diyelim.
Resûl’ün cesedlerinde bunlar ve ilâhi mevceler televizyonda olduğu gibi ses hâlinde mübârek ağızlarından çıkıyor.
Yani Resûl’ün dilinde söze, sese inklâp ediyor, insan da “Kul” dur.
Yani kul demek: “HAKK namına konuşan” demektir.
Radyoyu fazla açarsanız kulak rahatsız olur.
Bir hadîs-i kudsîde HAKK :
“Ben kulumla birlikte işitirim!” diyor.
Sessiz sözsüz kelâmını bile yarattığı insan radyosundan işitmek istiyor. Onun için HAKK her yerde hazır ve nazır olduğuna göre fazla yüksek ses HAKK’ın her yerde bulunduğunu ve işittiğini unutmak olur.
Evet mi?
Hayır mı?..
Öyle zannediyorum ki hayır diyecek münkir bile yoktur...
O hâlde yavaş konuş!
Gürültünün birçok allerjik ve vücudda aksi tesirler yaptığını fen tesbit etmiştir.
Taze bir yumurta yanında kuvvetli çalan bir sirenden, yumurtanın beyazı 30 sn de pişer... Daha söylemiyorum.
Düşün artık...
Şunu unutmayınız ve hâlletmeye uğraşınız:
Ses işitmeyen dogmalık sağır olanlar konuşamaz.
Çünkü bütün bilgiler ses ile öğrenilir.
Peygamberler arasında görmeyenler vardır.
Fakat sağır yoktur.
Âyetde: “Es SEMÎ’ü’l- BASÎR”
Es SEME esmâsı, âyetde tekaddüm etmiştir.
Bunun sebebi, niçini bu âyetde gizlidir...
ALLAH kelâmı kara düşünce ve yobaz düşünce ile anlaşılmaz.
ALLAH’ça bilmek lâzımdır.
Arapça ile de olmaz...
Size birşey söyleyeyim mi?
Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî mükemmel Arapça bilmezlerdi.
Bu ne demektir?
Amma ALLAH’ça bilirlerdi...
Cenab-ı ALLAH, dostu ile ALLAH’ça konuşur, Arapça değil...
Senin düşüncen ile konuşur.
Yalnız onunla konuşmak için mi’rac olan namazda Resûlü Ekrem’e indirdiği Arapça kelâmı ile ibaded edersin.
O kadar.
Diğerlerini kendi dilin ile...
Hem:
“ALLAH her dili bilir, illa ben Arapça konuşacağım!” dersen yanına bir tercüman al! Tercüman kim biliyor musun?
Zâten namazda konuşuyorsun.
Daima cemaatle namaz kıl.
15.3.1984
Perşembe
Direkt : Doğrudan doğruya.
Mevce : Dalga.
Tekaddüm : Geçmiş bulunma. * Öne geçme. İlerleme. * Birine gelmesi muhtemel bir zararın defi için evvelceden iş’ar ve tenbih eylemek. * Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak